4 Mayıs 2012 Cuma

GÜLLERE BAĞIŞLA


Sevgilim,
Gül kurur, gül solar
Kanınla beslemezsen onu…

Sevgilim,
Gül kanar, gül ağlar
Dudağınla okşamazsan onu…

Sevgilim,
Gör ki güller var elimde,
Gel can suyum, kuramadan dallarım.

Sevgilim,
Gel, güllere bağışla nazarını;
Gel, esirgeme güllerden rahmetini.

1 Mayıs 2012 Salı

Bilmem Ben Neredeyim?


Bilmem Ben Neredeyim?

Hücum emri verilmiş gibi birden uzun uzun düdükler öttü. Sislerin arasından ağır ağır, yılankavi kıvrımlarla tren oflayıp puflayarak perona yanaştı. Trenin perona girmesiyle kalabalıkta da bir dalgalanma oldu. Dalgalar trenin kapısına vurmaya başladı. Basamaklar birden topuklu, topuksuz, nasırlı, laz lastiği birçok ayakla doldu. Basamaklar hafifçe gerindi. “Hadi çabuk olun be! Biz de insanız, kolay mı bu kadar ayağı çekmek?” der gibi bir an kalabalığa hınçla baktı. Kimsenin onlara ve bu hınçla bakan gözlerine aldırdığı yoktu. Bir an önce cam kenarlarını tutarak seyirli bir yolculuk etmenin telaşındaydılar.
İhtiyar, elleri boşlukta kalmanın sıkıntısıyla torununun başını okşadı. Torunu da gecenin soğuğu ve karanlığı içinde dedesine sıcak bir gülümseme gönderdi. Düdük bir kez daha acı acı öttü. Son emri vermiş olmanın rahatlığıyla hareket memuru şapkasını biraz daha öne düşürdü, kemerini düzeltti. Düşmana ölümcül darbeyi indirmiş muzaffer bir komutan edasıyla kulübesinin yolunu tuttu. Küçük bir seyyar ocağa çaydanlığı sürdü. İhtiyar,  gelen bu ikinci, kesin, trene bin emrini veren düdüğün ardından torunun yanağına bir öpücük kondurdu. Çocukları ellerine doğru bir hamlede bulundu. Adam çevik bir hareketle ikisine de sarıldı, öptü. İhtiyar adamın çantası, oğlunun elinde emanette duruyordu. Babasını kompartımanın kapısına kadar uğurladı. Tekrar eline sarılacaktı ki yaşlı adam bir kez daha bu hamleyi savdı, tekrar sarıldılar. Vedalaştılar. Geride kalan birçok el koro halinde mendillerini çıkardı. Mendiller aynı yöne doğru sallanmaya başlandı. Mendil bulamayanlar da dudaklarına götürdükleri çıplak elleriyle havaya öpücükler savurdular. Öpücükler havada dolaştı dolaştı trenin camlarına yapıştı. Camlar bu öpücüklere engel olmanın mahçubluğuyla gözlerini yere indirdiler. Çünkü onlara verilen emir engel olmak değil, yolcuları rüzgârdan, soğuktan, yaramaz bozkır çocuklarının savurduğu taşlardan korumaktı. Bu ayrılık töreninde iş miydi yani sevenlerin öpücüklerine engel olmak. Neyse ki yolculardan hiç biri onlara kızmamıştı. Sevindiler. Yol türküsünü hep bir ağızdan sessizce mırıldanmaya başladılar.
Tüm bu olanları başımı dayadığım yerden sisler içinde seyrediyordum. Herkes, sanki birbiriyle son kez görüşüyor gibi sarılıyor, uzunca bir süre yekvücut kalıyordu. Derinden gelen bir iştahla eller birbiri arasına geçiyor, öylece düğümleniyordu. Küçüklerin elleri dedelerin, ninelerin, anne, babaların ellerinde eriyor, damla damla istasyonun soğuk parkelerine akıyordu. Yolcular yerlerini almış, hatta bu geçici misafirhaneye ısınmaya başlamışlardı. Hareket memuru kulübesinden tekrar çıktı. Yine düdüğüne sarıldı. Uzunca bir fırrrr sesi kulakları ve rayları yalayıp geçti. Görevli de artık bu durumun uzamasından sıkılmış gibi lokomotifin küçük penceresini aradı bir an. Makinistin gözlerini buldu sonunda. Makinist de bu düdüğe karşılık başının üstündeki kola asıldı. Tekrar acı bir çığlık doldurdu peronu. Pistonlar homurdanarak işlemeye başladı. Raylar iyice yattı. Ezilmeye hazır olduklarını belli ettiler. Tren ağır aksak yol almaya başladı. Her bir parçasını da peşinden sürükleyerek bir zaman sonra görünmez oldu. Hareket memuru alışkın olduğu bu sahnenin ardından şapkasını eline aldı, kemerini gevşetti ve kulübesine, bir sonraki ekspres gelene kadar kestirmeye gitti.
Yol sıra sıra, aynı banttan çıkmış hissini veren kavak ağaçlarının eşliğinde ilerliyordu. Dümdüz ovada insana ait en ufak bir kıpırtı yoktu. Herkes, uzaklarda cılız ışıkları zorlukla seçilen evlerine çekilmişti. Manzara, yolculara çok bir şey sunmadığı halde ve gece tüm koyuluğu ile ovanın üstünü örttüğü halde çoğu baş, dışarıya dönmüştü. Kimse karşısında oturan yabancı yol arkadaşlarına bakmıyordu. Sürgülü kapı hışırtıyla yana kaydı. Kasketi elinde, külot pantolonlu, üstünde de kaba yünden bir aba bulunan yüzü bozkırın aksine gür bir adam içeri girdi. Öfkeli olduğu her halinden belliydi. Burnunun kanatları mütemadiyen inip kalkıyor, göğsü de bu inip kalkan burna tempo tutuyordu. Kompartıman üçer kişilik karşılıklı iki sıraydı. Yolcularına fazla bir konfor vaat etmiyordu. Geldi, azgın bir boğanın yere tosması gibi meşin kaplı sırada boş bulduğu kapı dibine çöktü. Soluması hâlâ geçmemişti. Önce kendi kendine söylendi:
“Vallah usanmışam babam. Gâvurun oğlu bu bekçi. Bizde var nah on beş boğaz. Hepsi şu iki cılız hayvanın gözüne bakir. Ula hırt, kalkmışın benden iki koyun için şu kadar kuruş sökmeye çalışırsan. Ula apardığımız iki sümüklü koyun. Bunun ederi ne sanki kanarada. Eşşoğlu sanki sırtında taşıcak.”
Böyle söyleniyor, arada da hayvanlarının olduğu yük vagonu görecekmiş gibi koridora çıkıyor, sonra aynı hareketlerle yerine oturuyor, çamaşır sıkar gibi kasketini elinde buruşturuyordu. Sonra yanındaki bir başkası “aldırma boşver” der gibi Samsun paketini çobana uzattı. Çoban bir cıgara çekti, dudaklarının arasına sıkıştırdı. Aynı dudaklar cılız yanan çakmağın ateşine uzandı. Ortalık mavi dumanlarla doldu.  
İstasyonda öten acı düdükler hâlâ kulağımda. Uzaktan annemim çığlıkla karışık sesi de. Beynimde uğulduyor hepsi. Tüm vücudum mengeneye alınmış gibi. Gözlerimi kapadıkça, yere kapanan, çırpınan bir beden gelip gelip ayaklarımın dibinde duruyor.  Her şey trenin camlarından akıp giderken, uzaktayım artık diye kendimi teselli ederken aslında bir yere gitmiyorum. Ben hâlâ benim. Ne sesler bir yere gidiyor ne de biçare yüzler. Hepsi benimle birlikte bu yolculuğa çıkmış gibi tüm vagonu, taşarcasına dolduruyor.
Düşüncelerinden bir an uzaklaşır gibi oldu. Gözleri yavaşça kapandı. Işıklar ve şekiller yavaşça silindi ve belleği bir anda boşaldı. Çevresindeki şekiller, suretler gibi sesler de uzaklaştı ve gitti. Uykunun sıcak kucağına doğru ellerini uzattı. Uyku, anne şefkatiyle onu kollarını aldı. Mekânın ve zamanın mengenesinden kurtulmuştu. Bedeni de aynı etkiyle yumuşadı. Şimdi dalgasız bir denize sırt üstü uzanmış gibi rahat ve ağırlıksızdı. Uyku bir adım daha ileri taşıdı onu. Gele gele rüyanın kapısına geldi, içeri girdi. Önce yeşil ve saydam ışık şelalelerine yüzünü uzattı. Biraz olsun serinler gibi oldu. Bir adım daha ilerleyince bir sandukanın başına geldi. Sanduka koyu kahverengi bir ağaçtandı. Hangi ağaç olduğunu kestiremedi. Tanıdığı tek ağaç çıplak bozkırların nadir süsü olan kavaktı yalnızca. İçgüdüyle ellerini göğsünün hizasına kadar getirdi. Avuç içleri semâya bakıyordu. Kendinin bile duyamadığı bir dua dudaklarından dökülmeye başladı. Bir zaman yalnız ve sessiz dua ettikten sonra yine aynı yeşil ve saydam ışıkların içinden bir gölge belirdi. Onun yanına yaklaşan adam söze geldi: “Bu gördüğün Kabr-i şeriftir. Ben de buranın türbedarı ve hafızıyım. Bir görevim de buraya gelenlerin yüzlerine, alınlarında yazılı olana göre sureler okumaktır. Bu geceki misafirim de sen olduğuna göre senin alnında yazılı olanı okuyacağım sana. Bunun, elbette senin için  bir anlamı var.”
Hafız yazıları semadan yavaşça inen bir kitabı açtı ve okumaya başladı: “Bismillâhirrahmânirrahîm. Tebbet yedâ ebî lehebin ve tebb…” Duydukları onu sarsıyor, gözlerinden ince ve saydam, billûr damlalar harita çizgileri halinde yanaklarına sızıyordu. İçinden hafızla birlikte tekrar ediyordu. Ancak uyanması gerektiğini sıkıntıyla hissediyordu. Niye Tebbet’in onun için bir anlamı olsundu. Gerçek hayatın olduğu tarafa doğru bedenini sürükleyerek bir adım attı. Rüyanın derinliklerinden yavaş yavaş suyun üstüne doğru çıktı. Gözlerini hafifçe araladı. Kulağına yine bir takım sesler çalınıyordu. Trenin homurtusunu bastıran içinden gelen bir sesti. Yakınından geçtikleri köyden sabah vaktinin yükselen çağrısı duyuluyordu. Birileri çağırıyordu onu. Ancak oturduğu sırada tüm vücudu hareket etme kabiliyetini kaybetmiş gibiydi. Ayaklarını oynatmak istedi. İzmarit ve çekirdek kabuğu dolu zeminle yüz yüze geldi.

YARIN YİNE ÖLECEĞİM


YARIN YİNE ÖLECEĞİM


                                             “Hikâyeni anlat evladım, derdin hafifler.
                                                                                                   Bab’Aziz

“Kırk tane bir lira kırk… Evet, kırk tane bir lira... Kırk tane bir lira...” Kimsenin bu sese ilgi duyduğu yok. Adam ise küçülmüş gözleri ve ağzında sönmüş bir samsunla usanmadan bağırmaya devam ediyor. Rüzgâr hafifçe okşuyor saçları.
“Gündüzler soğuk olmazdı ya bu sene ne kış kışlığını yapıyor ne de kuşlar bir yere gidiyor.” 
Martılar her sabah altıda orada olurdu. Irmağın ortasındaki adacığa konarlar ve beklerlerdi. Deniz ne kadar uzakta buraya kuş uçumu? Nereden gelirler sonra nereye giderlerdi hiç bilmiyorum. Benden başka kimse de merak etmiyordu. Martılar, minarelerin üstüne doğru kanat kanata koşuyorlar, aynı hızla ırmağa düşüyorlardı. Martılar gibi benim de beklediğim saatlerdi bu vakitler; öyle önemli bir şey de değil, otobüs beklerdim fakülteye; derse gitmek için. Otobüs fazla gecikmez gelirdi. Martılar ırmakta kalırdı. Ne yaparlardı acaba gün boyu? Bunu hiç öğrenemedim. Martılar kayboldu.
 Otobüsün kapıları, binenleri kara ağzında çiğniyor. Ölmekle beklemeyi eşanlamlı kullanıyorum bunları sessizce izlerken. Son bir martı daha geçiyor başımın üstünden. Bembeyaz bir kanat dalgasıyla boğuluyor gökyüzüm. Neyse ki boş bir cam kenarı buluyorum. Gözlerim, yol boyu, yeni uyanan ağaçları seyrediyor. Otobüsün canımdan bir sürü şekil, yorgun yeşil suyun aksine hızla akıyor. Gözlerim, zihnim de bu hızın tesiriyle geriye, uzakta kaldı dediğim yerlere geri dönüyor.
 “Kaçlardan göçlerden geliyorum kucağına. Saçlarım dağılıyor, etekliğim kırk yama…”
 “Alacağından fazlasını verdiler sana, şimdi kim suçlu olan?” Yamalar geride kaldı ama esvapları yeni değildi.
“Bu ay gidiyorum. Demiştim sana buradan bize ekmek çıkmaz.” Çocuğa döndü; gülümsedi çocuk:
“Örtülerden yaprak yaprak düşen sesleri bizim eve de çağıralım baba.”
-Bir şey istemem baba sen tez gel emi. Ben anneme de çok iyi bakarım. Merak etme sen.
 Aklımdan kırmızı bisiklet, horoz şekerler geçiyor. Renkli elişi kâğıtları uçuyor başımda. Babam elimden tutmuyor. Annemde aynı sessizlik…
Trenin soğuk camları, vagonları… Oflayıp puflayıp hareket eden lokomotif…
-Oraya ne zaman varacağız?
-Büyük şehir gibisi var mı arkadaş. Biraz akıllı olursan tuttuğunu altın edersin evvelallah.
Koltuğumun altına kıstırdığım gazete kâğıtları ıslandı. Öğretmen ödev verdi. “Elişi kâğıtları yıldız yıldız kesilecek.” Sınıfta en cici çocuk seçildi Kemal. Kemal’in kırmızı bisikleti var. Çamurdan arabalarım erimiş yağmurda.
–Kırmızı bisikleti kiraya veriyor Mehmet Amca. Biraz fındık götürsem bir tur da bana verir mi?
 Sormuyorum. Un çorbası kokuyor odalar. Yanmış soğan, yağ…
“Turşu da çıkar hadi benim aslan oğlum.”
Odanın karanlığına lüküsten cılız bir ışık doğuyor. Gazete kâğıtlarının karası yüzümü boyuyor. Benim de kamyonum var. Çamurdan ya olsun. Hasan’la ikimiz yaptık, tekerleri de gazoz kapağından; bakkal amca verdi.
 Berberin makası başımda garip yollar açıyor. Herkes bana bir tuhaf bakıyor. Konuşulanlara anlam veremiyorum. Her şey yabancı… -çocuğunun koltukta oturuşu babasına benziyor- “Allah nur içinde yatırsın iyi adamdı Yusuf ağabey.”
-Hasan’ı niye annesi berbere götürüyor?
 Babam beni parka götürmüştü geçen yaz. Horoz şekerler almıştı. Sarı liralı çikolatalar. Sarı liraları biriktiriyor herkes. En çok da Kemal’in babası…
-Bizim evde sarı liralar yok öğretmenim.
Yasemin saçlarına kırmızı kurdeleler takıyor, fiyonklu. Yarın papatya götüreceğim ona. Taç yapıyormuş ninem bunlardan. Söylesem bana da yapar mı? Ne etcen sen der ya, öğretmenime götürüyorum derim.
Dedemin elleri tütün sarısı… Tespihini şakırdatıyor.
“Yollarda fazla oyalanma daha bir sürü iş var.” Odun topluyoruz. Dalgalarla gelen kömür parçalarını biriktiriyorum. Kömürlerin karası tırnaklarımın arasında… Ellerimi saklıyorum, en çok da Yasemin’den.
Çantamdan kâğıtları çıkarıyorum: Kırmızı, yeşil, mavi, sarı, siyah elişi kâğıtları… Kocaman bir gökyüzü yapıştırıyorum deftere. Defter masmavi. Beyaz güvercinlerim de olsa, sonra uçurtmalar geçiyor aklımdan, sonra annem geliyor, sobanın kovası elinde. Yüzü kömür karası…
“Senin için; ikimiz için gidiyorum. Kömür karası saçlarına ipek eşarplar almak için. Amcaoğulları ile konuştum. Çok çalışırsam seneye varmaz evimizi düzeriz. Düğünümüz dillere destan…”
İmam efendi gelmiş düğüne. “Merhumu nasıl bilirdiniz?” Elinde, kocaman sopası yok. Başıma, ellerime de vurmuyor. Kaçıyorum vuracak diye, yanağımı okşuyor zımparalı elleriyle.
Annem baştan ayağa simsiyah duruyor köşede. Annemin saçları apak… Babam gittiğinden beri bana şeker alan yok. Ben baba olunca şekerci olacağım. Kıvrımlı, düdüklü, horozlu cam cam şekerler.
Her tarafı beyaza boyamışlar. Duvarlar, odalar, masalar, yataklar... Giysileri bile bembeyazmış. Hasan öyle söylüyor. Annesi, Hasan’ın da beyaz giymesini istiyormuş. Üstü kirlenir diye çamurdan arabalar yapmıyoruz artık.
“Durumunuz ciddi. Evli misiniz? Eşinize haber vermek ister misiniz?”
“Kardeşim yoktu benim. Babamı hiç tanımadım. Amcaoğulları çağırdı. Bu küçük ilçede ne işim vardı. Büyük şehirde büyük paralar kazanacaktım.”
Babam gelmişti. Elinde çantası vardı. Benim okul çantamdan büyüktü çantası.
-Babam okuldan mı geliyor anne?
Akşamlar uzayıp gidiyor. Her şey beyaza çalıyor. Yüzlerde bile aynı renk. Babam konuşmuyor yine, dumanlar savuruyor ağzından. Duman annemin gözlerine doluyor. Annemin gözleri sisli…
-Yemeden içmeden sizin için çalıştım. Sizin için tükettim kendimi.
Annem cevap vermiyordu. Babam bizimle yemeğe oturmuyor, yatıyordu. Babalar hasta oluyormuş şehirden gelince. Hasan’ın babası da şehirden gelince hep yatmış. Sonra dört kişi götürmüş Hasan’ın babasını. Bir daha hiç gelmedi diyor Hasan. Annesi götürüyor onu berbere. Ben kendim gidiyorum. Okulda ikimizin bisikleti yok. İkimiz kömür topluyoruz. Ötekilerin evlerine geliyor kömürleri. Biz topluyoruz. Kemal beyaz gömlekler giyiyor.
“Herkes yarın beş lira getirecek. İki kişi kaldı getirmeyen.”
Eve gitmiyorum akşamları. Çok kâğıt toplarsam giderim. Meselâ beş liralık… Artan parayla da düdüklü şeker, leblebi tozu alırım.
Sobanın alevleri odanın tavanında oynuyor. Annemden gizli bir yumurta atıyorum kaynayan kazanın içine. Yarın gezi var. Herkes köfte götürüyor. Kemal’le Yasemin börek de götürecekler. Biz patates götüreceğiz Hasan’la.
Koçun boynuzlarına kırmızı şeritler bağlamışlardı. Gelin gibi süslüydü. Gözleri sürmeli... “Çocuğun önünde kesmeyin Yusuf. Korkar yavrum.” Hep birlikte yemeğe oturduk. Annem güzel yemekler yapmıştı o gün. “İsmail’i kesecekti koç olmasaydı.” ,diyor İmam Efendi.
-İsmail’i babası lunaparka götürdü mü anne? -İsmail’in kırmızı bisikleti yokmuş.- Arkadaş oluyoruz onunla da.
İmam efendi sıra dayağına çekiyor hepimizi. Gitmiyorum artık camiye. Hem bizim koçumuz yok. Her tarafta kömür kokuyor. Erikler çiçek açmayı unuttu. Annem hiç unutmuyor ama, her sabah un çorbası yapıyor bana.
Köprüden sağlı sollu insanlar akıyor. Kızların elinde pembe pamuk şekerler var.  Ellerimi saklıyorum annemden. Ellerim pembe…
Çarpım tablosundan önce ekmeğin fiyatını öğreniyorum. Bir avuç misket veriyorum fırıncıya. Bir avuç miskete bir ekmek alıyorum. Annem kırıyor ekmeği küçük küçük; una buluyor, kızartıyor. Üç akşam yiyoruz ekmeği.
“Bak oğlum geldim ama yarın yine öleceğim. Sen artık koca adam oldun. Annene de bakarsın kendine de.”
Küçücük uyanıyorum rüyadan. Babam seferden gelmiş gemi kaptanı… Hasan’la kâğıttan gemiler yapıp yüzdürüyoruz. Hep batıyorlar. Kemal’in gemisi batmıyor. Kendi kendine gidiyor. Babası almış şehirden.
Sobada çıtırtılar... Mavi dumanlar doluyor odaya. Ağlamıyorum. Erkeğim ben. Ağlayamam. Leğeni getiriyor annem odanın ortasına. Yıkıyor beni. Hasan kendisi yıkanıyormuş. Çamaşırlarımı kaynatıyor annem. Öğretmen, beni eve yolladı bugün. Diğer çocuklara da bulaşırmış. Kimse gelmiyor yanıma. Kemal’le Yasemin birlikte geziyorlar. Hasan da yalnız oturuyor sınıfta. Öğretmen sıramı ayırdı. Saçlarımı kazıyor annem.
Hasan yanımda oturuyor. Ayakkabı getirdi iyi teyzeler. Bana olmadı hiç biri. Fakirler alamazmış dedi Kemal, onlara başkaları yardım edermiş. Babası varmış onun, o yüzden zenginlermiş. Fakir…
Büyüyünce okula gitmeyeceğim. Her gün gitmem ya da;arada giderim Yasemin’i görmek için.
Yoldan tozlar yükseliyor. Böğürtlenlere çiçek açtırmıyor toz. Ellerim, yüzüm ağzım mosmor…
“Eskici… Eskiler alınır… Eskici…” Kapımızın önünde duruyor. Hayallerimi, oyunlarımı satıyorum eskiciye. Ebemkuşağı veriyor bana. Sokaklarda koşturuyorum. Koşmuyorum, uçuyorum.  Çocuklar da koşuyor peşimden. “Eve gel, geç oldu. Baban ayaklarını kırar şimdi.” Birden ortadan siliniyor çocuklar. Kimse koşmuyor peşimden. Ben de koşmayı bırakıyorum artık. Güneş’i eve çağırıyor annesi. Güneş gidince her yer karanlık… Yalnız yollardan eve gidiyorum, ne köpeklerden ne de karanlıktan korkuyorum. Evin erkeği benim çünkü. Güneş son kez bana bakıyor. Yarın yine öleceğim diye sözleşiyorum güneşle…
  Bir tıslama… Kapılar açılıyor, gözlerim de.“Evet efenim geçmiş olsun, son durak.” Yolcular dalgalanarak kapılara hücum ediyor. Bir an önce inip öndeki dolmuşta yer kapmaya koşuyorlar. Yaşlı adama sinirleniyor arkadaki genç: “Hadi emmi yatıya kalmadık.” Otobüs boşalıyor; zihnim de… Merhaba yeni gün!